18 Kasım 2015 Çarşamba

PANDORA'MIN YENİ CİCİLERİ

Pandora bilekliğime gittiğim yerlerden eklemeler yaptığımı yazmıştım. Hatta AHTAMARA KOLEKSİYONU ismini takmıştım. Önceki yazı için tık tık. Pandora’mın yeni cicilerini sizinle paylaşmak istedim.



Bu sefer telkâri ürünler seçtim. Wikipedia tanımına göre;

“Telkari, Mardin yöresine ait bir gümüş işleme sanatıdır. Ayrıca Ankara'nın ilçesi olan Beypazarı'nda telkari sanatı geliştirilerek, altın ve gümüş takıda değişik süsleme ve desenlerle günümüze kadar getirilmiştir. Halen Beypazarı'nda 80 ila 120 arasında bu işi yapan atölye vardır. Beypazarı halkı telkari el sanatını daha işlevsel bir duruma getirmiştir. Telkari ince gümüş tellerin birleştirilmesiyle yapılmaktadır.

Bu işlem türü çok eski olup, milattan önce 3000'lere dayanmaktadır. Ortadoğu'da ortaya çıkmıştır. Dönem dönem geniş uygulama alanları bulmuştur. Orta çağda Barok dönemde 800'lerin sonu 900'lerin başı arasına Sicilya ve Venedik'te kullanılmıştır.”

Ne güzel sanatlarımız var değil mi, böyle yeteneklerim olsaydı keşke… Bu sefer daha önceki yazımda da bahsettiğim ters lale motifi ile son zamanlarda çokça rastladığımız Fadime Ananın Eli veya Hamsanın Eli motifini seçtim bilekliğime eklenmesi için.

Hikayeleri araştırdığımda ise öyle güzellikler içinde buluyorum ki kendimi işte o zaman sadece takı olmaktan çıkıp anlamlanıyorlar, buyurun Ağlayan Gelin ve Fatima modellerimin (dikkat charmları bu isimle aramayın tamamen ben uydurdum) hikayelerine;


Fritillaria ilmperialis veya Ters Lale, ülkemizde genellikle soğuk iklimlerde doğal olarak yetişen endemik bir bitki türü, çok soğuklarda yaprakları donabiliyor ancak bu yapraklar güneşi görmesiyle birlikte yeniden gelişmeye ve büyümeye devam ediyorlarmış. Türkiye'de ağlayan gelin olarak da adlandırılan bu bitkinin çiçeği değişik renklerde ve lalenin tersine yere doğru bakarlar. 

Yabani formları genellikle turuncu veya kırmızı renklerdedir. Özellikle kırmızısı ile kandamlalarını temsil ettiği düşünülüyor, Hristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerilişinde boynunun bükülmesi ile benzeşen şekli sebebi ile kutsal sayılmaktaymış. 

Bu arada Selimiye Camii’nde işli bir ters Lale motifi olduğunu da bu araştırmalar sırasında öğrendim. Bunun sebebinin ise camiinin yapıldığı yerde bulunan lale bahçesini temsil etmesi olduğu rivayetler arasında.

Yunan mitolojisinden semavi dinlere kadar birçok efsaneye konu olmuş, adına şiirler yazılmış ve Van Gogh ve Jan Brueghel gibi dünyaca ünlü sanatçıların fırçalarında hayat bulmuş bu eşsiz bitki boşuna takı ve işleme figürü olarak kullanılmamış yani. Özellikle Van Gogh’un resmi beni hiç bu gözle bakmamış oluğum için şaşırttı.



Jan Brueghel the Elder, Great Bouquet, 1603

Van Gogh, Imperial crowns in a brass vase, 1886


Fatma’nın Eli ise yaklaşık 3000 yıldır Anadolu’da ve Ortadoğu’daki kültürlerde kullanılan bir uğur, bereket, şans ve mutluluk sembolü. Aslında bu semboller Mısır’da da kullanılmaktaymış ve yaklaşık bu sembollerin tarihi 4000 yıl önceye gitmekte olduğu da bazı kaynaklarda var. Bu sembolle ilgili değişik kaynaklardan derlediklerim ise şöyle;

Genellikle ‘Fatma’nın Eli’ olarak bilinse de Araplar arasında ‘Hamse Eli‘ diye anılır. Hamse, beş demektir ve bir elin parmak sayısını gösterir. Yahudi kültürüne göre bu 5 parmak Torah'ın 5 kitabını sembolize eder. Elin sağ ve sol parmakları yanlara dönüktür. Diğer 3 parmaksa dikeydir. Hamsa'nın tıpkı nazarlık gibi şeytanı uzak tuttuğuna inanılır. Ağırlıklı olarak açık mavi rengindedir.
3 din için de muska anlamı taşıdığı, nazardan koruduğu ve Paganlar için de bereket sembolü olduğuna dair inanışlar var. Aynı zamanda Kabalistik bir sembol de olan Hamsa’ya, Yahudi sanatında birçok dalda rastlayabiliriz. İslam kültürüne göre ise; 5 parmak İslam’ın 5 şartını ve 5 duyuyu temsil eder
Hindu’lar ‘Humsa Eli’, Museviler ise ‘Hameş Eli’ veya ‘Miryam’ın Eli’ adını vermişlerdir. Bazı kültürlerde yukarıya dönük, bazı kültürlerde aşağıya dönük el şeklinde bulunmaktadır. İslam ve Musevilik’te yer alan bu ortak sembolün gücüne günümüzde de halen geniş bir coğrafyada inanılmaktadır
Elin ortasındaki Mısır geleneğinden kalma Horus’un gözü, ya da “her şeyi gören gözün” olması durumunda şans getireceğine ve nazarı uzaklaştıracağına, kem gözlerden insanları sakınacağına inanılırdı. Elin ortasındaki 3 balık olması ise bereket sembolüdür. Genellikle elin çeşitli taraflarına kimi dualar da yazılırdı.


İslam kültüründe “Fatıma Eli” diye bilinen figürün Yahudi kültüründe de “Abla Meryem’in Eli” (Sister of Moshe Rabenu) diye bilinir. Meryem (Miryam), Hz. Musa'nın ablasıdır.
Eski Türk‘lerde de Umay Ana‘nın elidir. Umay Ana sıkıntıda ve doğum yapmakta olan kadınlara yardım eder.
Fatıma‘nın eli, birçok kültürde, kapılara çizilir. Endülüs‘teki Elhamra Sarayı‘nın girişindeki büyük taş el bir tılsımdır ve en güzel örneklerdendir.

Sadece sembolik olarak değil içsel bir inanışla Anadolu’da kadınlarımız yemek pişirirken, ”Fatma’nın Eli”yle yaptıklarına niyet ederler ki yemekleri lezzetli olsun. Anneler karnı ağrıyan çocuğuna, ”Fatma’nın Eli” ile dokunurlar ki, yavrularını şifalandırsınlar.


Fatıma'ya yönelik anlatılan mit ise şöyledir:

"Tanrı kâinatı yarattığında, daha siyah parçaları yokken, yer ve gök su iken, Kandilde bir Nur parladı. Bu nur’un içinde bir kadın gözüktü. Başında bir Taç, 2 kulağında 2 Küpe, belinde de bir Kemer vardı. Cebrail Nur içinde Kadın’ı görünce şaşkınlığa düştü. Hakk’a niyaz etti, kim olduğunu bilmek istedi.

Hakk’tan bir nida geldi; dedi: “Ey Cibril, O, Cennetin Seyyidesi Fatıma-tüz Zehra’dır.”

Cibril sual etti: “Ey Tanrım, ne kadar güzeldir.”

Tanrı buyurdu: “Biz O’nu nur âlâ nur’dan yarattık.”

Cibril sual etti: “Ya Rab, başındaki nedir?”

Tanrı buyurdu: “Başındaki Taç, Tac-ı Devlettir ki bu Muhammed Mustafa’dır.”

Cibril, belindekini sual eyledi.

Hakk buyurdu: “Ya Cibril, belindeki de Kemer olup, Fatıma’nın helâli olan Ali’dir.”

Cibril sual etti: “Kulaklarındaki nedir?”

Hakk buyurdu: “Şebber-ü Şübber (Hasan ve Hüseyin) Cennetin Efendileri.”

Bu mistik anlatımda Fatıma, başında tâcıyla bir kraliçe olarak tanımlanır. Nasıl ki Meryem Ana’ya cennetin kraliçesi denir, aynı şekilde Hz. Muhammed de Fatıma’nın cennet kadınlarının efendisi olduğunu söyler.

Tüm bunları okurken Annemarie Schimmel’in "Tanrı'nın Yeryüzündeki İşaretleri" adlı kitabını okumam gerektiğine karar verdim, hatta bir an önce bulup almak için sabırsızlanıyorum.



Şimdi kolumda asılı duran bu güzelliklere baktıkça bunlar aklıma geliyor. Bakalım daha Pandora’ma neler eklenecek, ne güzellikler ve ne hikayeler…




27 Ekim 2015 Salı

MAYBELLİNE NEW YORK COLORSENSATIONAL RUJ / GOSH ILLUMINATING EYE ROLL-ON


Geçen hafta Gratis'in renkli kozmetiklerde yaptığı bir ürün alana ikinci ürün %70 indirimli kampanyasına kayıtsız kalınmaz diye düşünerek aşağıdaki cicilerle buluştuk.


Gosh Illumınating Eye Roll-On bir süredir çeşitli bloglarda okuduğum ve merak ettiğim bir üründü. Göz altlarındaki çizgilere kapatıcının dolmasını engellediği konusunda bir iddia vardı ki bu iddia beni benden aldı. Bu tür ürünleri denemeden yedeklemem ama bu ikinci ürün indirimi en azından memnun olan bir blogger arkadaşa hediye ederim düşüncesi ile denenmemiş bir ürünü yedeklememe sebep oldu. Yaklaşık bir haftadır kullanıyorum ve şimdilik memnunum ama biraz daha bekleyip yazmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Bu nedenle bu bölümü bu kadarçıkla geçtikten sonra rujlara geliyorum:

Maybelline New York Colorsensatınol Rujlara satış temsilcisi kızın bu rengi seversiniz önerisi ile 365 Plum Passıon rengini göstermesi ile başladı.
Plum Passion Tatlı bir vişne, pembe, mor karması, bence oldukça başarılı bir renk.
Diğer renklere bakınca 630 Velvet Beige'de günlük çok rahat kullanılabilir olduğu için yanına eklendi. Velvet Beige keyifli bir dudak rengi, kahve bitişli ve tabanlı demek istedim, nasıl bir tanım oldu bilemiyorum.
Rujlar yapıları itibariylr yumuşacık, dudağı çok güzel nemlendiriyor. Kalıcılıkları sıradan bir ruj kadar, gün içerisinde yenilemek mutlaka gerekiyor. İki rujda da birbirinden farklı kurabiye-meyve kokusu karışımı bir koku var. Ben kokulu kozmetik sevmem ve kullanmam ama bu çok hafif koku çok hoşuma gitti.
Velvet Beige tam bir "çantada bulunmalı" rengi, Plum Passion ise hafif göz makyajlarında mutlaka kullanılacak bir renk.




                                         




Bu arada şu iki rengi de en kısa sürede almayı planlıyorum. Bir sonraki alışverişte listede yerlerini aldılar.

975 Divine Vine muhteşem bordo, tam bir kış rengi,

315Rich Plum, yine bir dudak rengi ama pembe bitişli veya pembe tabanlı.


Sizin favoriler hangileri????

19 Ekim 2015 Pazartesi

HAYAT ATIYOR İMZASINI.......





Trafikteyim, arabam kendimle başbaşa kaldığım yer, radyoyu açıyorum, tam bana göre derini çok  derin, acısı çok acı ama keyifle süslenmiş, eşlik ediyorum süslü yerlerine

"Geççççmeeezzzz
Sürmeeezzzz
Doymammm
Yetmezzzzz"

                                                                            çalıyor.....


Hayat atıyor imzasını
Alnımıza acıta acıta
Kesmiş çoktan hesabımızı
Öde diyor acıta acıta
.....
Ey Hayat çok mu şey istedik
Ey Hayat çok mu istedik
Kalpten ağrımız var "Geçmez" diyor
Bir umut görsek "Sürmez" diyor
Koymuş sofrasına "Doymam" diyor
Bir can borcumuz var "Yetmez" diyor...


Katı sert görünürüm, duygusuz duyarsız. Aslında içeride fırtınadan darmadağınık bir dünya... Bu görünümümün altındaki gerçekleri kimler biliyor diye düşündüm. Çünkü en yakınımdakilerin hiç de bilmediğini gördüm; Kimi en ufak sıkıntıda kaçıp gittiğimi sanıyor, kimi prenses gibi yaşadığım iddiasında. Hayat neden farklı objektiflerden bu kadar başka görünüyor.

Neden çoookk uzaklardakilerin anladıklarını yakınındakiler senden olanlar anlayamıyor??? Sadece benim sorunsalım olmamalı bu!

Ey hayat çok mu şey istedim... 
HAYIR

İstemedim ya, elimdekilerle kendimi bile şaşırtırcasına mutlu olmaya çalıştım hep, gelen herşeyi başımın üstünde yeri var diyerek karşıladım, sevdiklerim için kabul ettim. Sadece sevmek hayatımda olması yeterliydi kabul etmeye onlarla gelenleri, sormadım. Öğrenmem gerekenler var, sınav ders diyerek sorgusuz kabul ettim. Halen de ediyorum, aksi ben olmama engel olur. Kimse için değil kendim için yapıyorum.

Hayatımın en büyük fedakarlığı, çocuğum okuduğu okula devam edebilsin diye yapmaya kaktığım, nasıl yetiştirildin en ufak sıkıntıda arkana bakmadan kaçıp gidiyorsun oldu, sadece DUR, BUNLARI YAPMAK  SANA DEĞİL BANA DÜŞER demesini istediğim tek kişi sustu, başkaları daha çok anladı içimin ne kadar acıdığını, ben olanlardan benden olanlardan daha çok.... Yarası kaldı yani. Kindar değilim kin değil bu his, yara, derin yara.

Hiç biri uykusuz kalmasın diye üstündeki yük azalsın diye kalkamayacağınız yükleri üstlendiniz mi, üstlendim, Sadece uyursa içimin rahatlayacağı kişinin bir kaç saat uykusu için, pişman mıyım hayır yine yaparım. Değer. Çünkü ben DEĞER görüyorum. Hiç bir şey beklemedim karşılığında sadece korunmak kollanmak ama güçlü görüntü yanılgısı şaşırttı herhalde en yakındakileri, kimse gerçekten güçlü olmadığımı, olmaya çalışsam bile korunmanın kollanmanın bir ihtiyaç olduğunu görmedi. Çırpınışların anlamını anlayamadı.

Kıyamadım ben kimseye, kendime kıydım hep. Duygularımı çöpe attım, gerekiyor diye yaptım, ağladım, sızlandım, kızdım ama yaptım tüm gerekenleri... Halen de yapıyorum. Kendime rağmen... Vazgeçiyorum, hayatımdan, düzenimden, evimden... Vazgeçiyorum. Ama hayat canavarına yetmiyor hala.

Dünya isteyenlerin dünyası, çevresine huzursuzluk korkusu salanların dünyası! Anladım, ben sustum artık. Son üç dört yıldır sustuğumu sanıyordum, susmamışım, şimdi sustum. İki yılda yirmi yıl yaşlandım, yapılması gerekenler listesini tükettim, artık kolumu, bacağımı, canımı vermek kaldı. Gerekirse yine veririm. Ama söyleyecek sözler kalmadı, onları kendime saklayacağım müsadenizle.

Susma vakti artık. Ey hayat çok mu şey istedim. Sadece içimi biri görsün istedim. Ama olmuyor, görünmüyor demek ki..... Belki söylemeden biriktirdiğim sözler görünür, bir de derin açılan yaralardan sızan kan damlaları.

Gözlerimden süzülen damlaları silerken öndeki arabadan sallanan el tutuyor elimden, can dost dönüyor dolaşıyor, arkasında da kalsam farkında da olmasam gözyaşlarıyla ilerlediğim yolda önümü açıyor.... Taş olsa bile kalbim o el yetiyor...





15 Ekim 2015 Perşembe

DÜŞÜNEN ADAM'LA DÜŞÜNMEK...


Ajanda 2015 / Beni Siz Delirttiniz! / DÜŞÜNEN ADAM


Bu sene değişik bir ajanda kullanıyorum. Zaman zaman instagramda da paylaştığım Metis Yayınları'nın "beni siz delirttiniz" ajandası... Bir İstanbul seyahatimde, Beyoğlu'ndan aldım yılın başında.... Alırken kapaktaki hunili karga ile arkadaş olmuş gibiydim dersem, neden bu ajandayı aldığım daha anlamlı olacak herhalde :)))

Kapak resmi Adolf Wölfli'nin bir resmi ile kolaj yaparak tasarlanmış. Burada alkışlar bu tasarımı yapan Emine Bora'ya gidiyor.
Resmin orjinali burada, adı LEA TANTARİA ... 1911 yılında yapılmış. Ressamın 1930 yılında bir akıl hastanesinde ölmüş olması da bence çok manidar.



Metis Yayınlarının (Tık Tık) kendi sitesinde ajandam ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz.



Ajandayı hazırlayanlar; Müge Gürsoy Sökmen
                                         Eylem Can
                                         Özde Duygu Gürkan 

Ellerine, gözlerine, yüreklerine sağlık... Harika paylaşımlarla donatmışlar, ajanda değil tek
başına bir kaynak olmuş bence.
Memlekette benim gibi deli çok, delirtilmiş kendini bilenler ve suçu başkalarına atmaya
eğilimlilerde var ki ajandam Kasım 2014 ve Ocak 2015 de iki baskı yapmış. 


Ajandanın sunuş yazısı şöyle;
"Şu dünyaya baktığımızda pek akıllı işi görünmüyor. İzan, vicdan sahibi kalıp da işin 
içinden nasıl çıkılır kestirmek kolay değil. Nutuklar ahkâma karışırken, çığlıklar korkunç bir
sessizlik gürültüsüyle boğulurken, saray soytarıları külahlarının çıngıraklarını şıngırdata
şıngırdata ona buna çemkirirken aklımız sınırlarına dayanıp koyver beni diye yalvarıyor.

Aman yapma, diyoruz, delilik öyle hülyalara dalabileceğin bir yeryüzü cenneti
değildir,acılara duçar olursun, kurumların eline düşer sürünürsün. Nimet mi lanet mi
şaşırsak da aklımızı koruyalım yine de, gün gelir lazım olur!
O halde gelin biraz ahvalimize bakalım, aklını yitirenlerin başına gelenlere, delilik
gömleğini kâh iyilik kâh kötülük için kendisi giyenlere, ya da zorla giydirilenlere, 
değişen delilik anlayışlarına, düzenin delilik kurumuyla korunmasına...
Bir tutam mizah, hunilerimiz elde, buyrun hayırlara vesile olmasını dilediğimiz bir yola,
yeni yıla..."

Ajandanın içine aylar arasına yerleştirilmiş metinler, günlere dağıtılmış özlü sözler ;) ve
alıntılar var. Hepsi özenle seçilmiş gerçekten. Bu metinlerin listesi aşağıda:

Ulu Tanrıya Maruzatımdır / Ali Babaoğlu
Deli Adam Teorisi
Delinin Dereyle İmtihanı / Savaş Kılıç
Rosenhan Deneyi
Dersim'in Delileri / Müjgân Halis
İstanbul'un Delileri
Abdera'n›n Delileri / Ch. Martin Wieland
Tımarhane Yolculuğu / Kate Millett
Deli / Halil Cibran
Maiyet Askerlerinden Bir Zümre: Deli / Abdülkadir Özcan
Ben Deli miyim? / Hüseyin Rahmi Gürpınar
Aklı Başındalıkla Mücadele Yolları / Özde Duygu Gürkan
Sınırlar ve Delilik / Susan Sontag
Mavi Çocuk / Henry Bauchau
Faideli Bilgiler
İlaç: Deva mı Bela mı? / Lisa Appignanesi
İlaçla Tedavi Efsanesi / Joanna Moncrief
Deliye Saydılar Bizi
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim / Joanne Greenberg
Psikolojime Dokunma
Beni Ben mi Delirttim? / Murathan Mungan
"Terapist Nasıl Seçilir" Elkitabı / Phil Lapworth
Deliname / Mehmed Said

Hepsi birbirinden güzel. Bu metinleri daha sonraki yazılara saklıyorum. Bitmesinler diye
bir anda okumadım hepsini. Ajanda da bulunan tüm yazıları zamanında okudum, o
sayfayı açtığımda... 

Adolf Wölfli'yi ve karmaşık resimlerini herkes bilmez ama Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi bahçesindeki Düşünen Adam heykelini herkes bilir.


8 Kasım Pazar günü Düşünen Adam'ın günüydü... Metni aynen alıyorum:

"Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin bahçesindeki Düşünen Adam heykeli,
1953 yılında bir dergide Rodin'in heykelinin fotoğrafını gören Başhekim Fahri Celal
Göktulga'nın isteği üzerine orada yatan hastalardan heykeltraş Kemal Künmat'a
yaptırılmış. 
Yakındaki ocaktan çıkarılan kaya blok, askeri birliklerin de yardımıyla yerine taşınmış. 
Aylarca çalışan Künmat, heykelin bitmesine az kala

"Bu kadar emek harcıyorum, paramı isterim"

demiş. Başhekim maaşının 400 lira olduğu günlerde 40 bin lira istenen sanatçının
talebi geri çevrilmiş. Bunun üzerine Künmat,
heykelin elini çenesine koyduğu kolunu yapmadan bırakmış ve taburcu olup çıkmış.
Heykel 6 ay boyunca kolsuz beklemiş.
Düşünen Adam'ın kolunu "psikotik depresyon" tanısıyla hastaneye yatırılan Mehmet 
Pişdar adlı bir yüzbaşının tamamladığı ve karşılığında taburcu edildiği söyleniyor.

Bu okuduklarım çok hoşuma gitti, Düşünen Adam'ın kolsuzluğu,heykeltraşın para
istemesi, diğerinin heykeli tamamlayarak taburcu edilmesi, Rodin'in hikayesi...ve sonuçta
Düşünen Adamı'ın çaresiz heybeti. 



Siz de benim gibi merak ettiyseniz bir tık buradan bir tık da buradan da okuyabilirsiniz.

"O dönemde heykelden çok gazetecileri bir düşünce almış;
‘Neden düşünen adam heykeli dikildiği’ 
sorgulanmaya başlanmış. 
Dönemin Başhekimi Bayülkem gülerek gazetecilere şu yanıtı vermiş:

 “Hastane dışındakilerin durumu içerdekilerden daha kötü. Bu heykel onların durumu ne olacak diye düşünüyor.” 

Güzelliklerle kalın...


Wölfli'den seçmeler







10 Ekim 2015 Cumartesi

KOLONYAKOLİK


Güzel kokmak ve güzel kokular hayatta olduğumuzun belirtilerinden. Nede olsa beş duyu organından birini çalıştırıyor. Mis gibi yemek kokusu, çiçek kokusu, yağmurdan sonra toprak kokusu, deniz kokusu, çeşit çeşit parfüm kokusu, (Dikkat İğrençleşiyorum!), ter kokusu, ayak kokusu, sigara kokusu....
Şantiyeden gelince kızım bazı iğrenç kokuların birleşimine "Anne şantiye kokuyorsun." diyor. Özetliyor aslında toz,ter, pislik toplamı içinde derinlerden gelen anne kokusu :) En azından ben öyle yorumluyorum bozmayın lütfen...

Limon kolonyası ile hiç iyi hatıralarım yok. Sevmem kendisini... ama güzel kokmayı severim. Parfüm çeşitliliğime inanamazsınız ama vazgeçemediğim parfümlerimde var tabi ki. Uçak yolculuklarımın birinde en sevdiğim ve yarısından fazlası dolu parfümümü kaptırdığım için seyahatlerde ve ofiste başka çözüm yolu caaaaanııım kolonya üreticilerinin iş geliştirme birimlerinin katkısıyla çeşitlenen değişik kokulu kolonyalar oldu. Söylemiştim ya limon kolonyası sevmem.
Ama ipin ucu kaçtı tabi...

Bunlar ofisteki kolonyalarım, bu arada evdekilerde var, tabi ki bir de arkadaşlara getirilenler.
Selinin cam şişedeki kolonyalarından Pembe Greyfurt&Nar en güzel kokanlar ve vazgeçilemeyenler sıralamasında en üstü kaptı sanırım. Değişik bloglarda da bu kolonyanın ne kadar sevildiğini görüyorum. Yine Selin markasının Bergamot&Yasemin kokulusuda sevilenlerden ama iki koku bir araya gelince  Pembe Greyfurt&Nar açık ara öne geçiyor. Bu kolonyaları Migros'tan almıştım. Şişelerinin sadeliği bence hoş. Kapaklarındaki ahşap görünümde sıcaklık katıyor.

Yine Selin markasının Mutfak Ferahlığı kolonyasının küçük boyunu görüyorsunuz. Gratis'lerde satılan bu ufaklık gerçekten elde kalan kokuları çıkartmada başarılı.

Rebul Jasmine 70ml lik ambalajı ile çantaya atmalık. Kokusu da başarılı. Misler gibi yasemin çiçeği kokuyor. Bu kolonyayı da Gratis'te bulabilirsiniz.

Ve sahnenin yıldızı Eyüp Sabri Tuncer Baby Blue Bebek kolonyası... Bu kolonya ile tanışmam Ankara Esenboğa Havalimanı Gidiş katındaki satış noktasında oldu. Ancak ne yazık ki başka bir yerde satılmıyor. Parfümünüz nedir sorusunu sorduran bir kolonya. Miniminnacık olanı var onu deneyerek başladım fiyatı 2.00TL idi. Çok sevince 150ml'lik şişesini aldım. 150ml'si 5.00TL. Fiyat-Performans karşılaştırmasında başarısı beş yıldızlı. Bu kolonyadan ofisteki tüm kızlara getirdim. Henüz kokusunu beğenmeyen olmadı. Yolunuz düşerse mutlaka deneyin.

Değişik önerilere açığım. Sizin favorileriniz hangisi????





6 Ekim 2015 Salı

CERES Anti- Spot Cream






FONDOTENSİZ SOKAĞA ÇIKMA ÖZGÜRLÜĞÜ GERİ GELSİN!
CERES Anti- Spot Cream

Allerjik, güneşe duyarlı cildim ve yaşımla beraber maalesef benim de sorunum bu. ondötensiz çıkmıyor değilim ama, fondöten sürünce daha iyi hissettiğim de bir gerçek. İşte bu yüzden bunu iddia eden kremlerden birinin basın bültenini paylaşıyorum.
Deneme şansı bulup yorumlayanlar olursa sevinirim. Belki benim gibi bu dertten muzdarip olanlara bir ışık olur.

Güneş ışınları, bazı renkli kozmetikler, hormonlarımız, ilerleyen yaş; ton farklılıkları, büyüyen çiller-lekelere sebep olur. Yaz boyu direkt güneş ışınlarına maruz kalındığı için, bu lekeler artar. Ciltteki bu renk düzensizliklerini Dünyanın en prestijli laboratuvarlarında etkinliğini ispatlayan ‘Ceres Anti Spot Cream’ ile giderebilir, fondotensiz, kendi cilt renginizle sokağa çıkma konforunu yaşayabilirsiniz. 
Cildi aydınlatan, mevcut lekelerini gideren ve yenilerinin oluşumunu engelleyen Ceres Anti Spot Cream; ton farklılıklarını dengeleme, ölü hücreleri temizleme ve cildi tazeleme  işlevlerine de sahip.
Ürün Temiz bir cilde,  günde 1 ya da 2 kez ince bir tabaka halinde yüz, el ve vücudun diğer lekeli bölgelerine uygulanıyor ve mutlaka SPF 50 bir güneş koruyucusu ile birlikte kullanımı öneriliyor.
Ürün Fiyatı: 99,00 TL
*Ceres ürünlerini seçkin estetik merkezleri ve polikliniklerde bulabilirsiniz. Size en yakın klinik için: www.cereskozmetik.com/ceres-satis-noktalari

28 Eylül 2015 Pazartesi

BABAMIN KIZI OLMAK...





Hepimiz hayatın koşturmacasını 100m Dünya Rekoruna talip atletler olarak sürdürüyoruz. Özellikle biz şehirli kadınlar. Modern çağın gereklilikleri üzerine kurgulanmış ayaklarının üzerinde durma sağlamlığı ile karışık materyalist düzenin direttiği para kazanma zorunluluğu sarmalında klasik aile kurma, çocuk sahibi olma ve ailesine sahip çıkma, şimdinin polemiği ile iyi börek açan, aile birlikteliğini sürdürmeyi hedefleyen, çalışma hayatında varlığını ispat etmiş ama her değişiklikte yeniden ispatlaması beklenen, hayatı her tarafından kovalamak zorunda bırakılarak yükü arttırılmış kadınlar.

Bu noktaya nasıl geldiğimiz ve tüm bu yarım yaşanmışlıklar da ki başarı oranlarımız ayrı ve upuzun bir yazı olur, onu sonraya bırakalım J ve 100 m Dünya Rekoru koşusunda göremediğimiz o hızla silüet halinde yanımızdan geçip gittiğini sandığımız ama aslında bizim yanından geçip gittiklerimiz konusuna gelelim.

Pazar günü arkadaşlarımla keyifli bir gün geçirirken gelen telefon hayatımın en önemli insanının, babamın kalp krizi haberi idi. Kendimi bile şaşırtan sakinliğimle 4 saat sonra Antalya’daydım.  Bu dört saat ve sonrasında hastane bahçesinde geçirdiğim 48 saat, babamın yaptıkları yapamadıkları, nasıl bir baba olduğu, kız çocuğu olarak bana kattıkları, benim kızımın babası ile olan ilişkileri, annem ile babamın ilişkileri üzerine birkaç ciltlik deneme yazacak kadar düşünmeme neden oldu.
Akşam yemeğini nerede yesek planının bile anlamsızlığının kafama balyozla bir kere daha indiği bu anlar, uzun süredir (sanıyorum 40 yaş sendromu)  sorguladığım “hayat” kavramının bizleri kandırarak gelip oturduğu tahttan bir kez daha tahmin ettiğiniz küfürlerle kovulmasına sebep oldu.
Tutkuları,
hayattan  (ç)almaya çalıştığımız anları,
içimizi titreten hisleri,
çocuğumuzun yumuşacık tenini,
ona sarılmanın coşkusunu,
dünya üzerinde yaşayan bir çocuğun kahkahasını ya da minicik tebessümünde görünen dudağının kenarındaki gamzesini,
aşkı,
okuduğumuz kitapları,
dinlediğimiz şarkıları,
içtiğimiz suyu,
duş aldığımız banyomuzu,
mis kokulu duş jellerimizi,
yatağımızı,
yumuşacık pijamalarımızı,
gerçekten olmak istediğimiz bizi
ve
“keşke”lere yer bırakmayacak herşeyi yanımıza yöremize yumuşacık yastıklar yaparak “hayat” denen çirkin mahluk yerine tahta bir güzel kurulmanın önemi bir kez daha yüzüme tokat gibi indi. Kendi hayatımızın kral ve kraliçeleri olmak tek ödülüydü hayatın.

Babam kalp krizine, okuma aşkı ile arasına girerek bu ilişkinin tutkulu aşktan seviyeli beraberlik mertebesine çekilmesine sebep olan göz problemlerinden sonra, yıllardır yüzme ile yaşadığı tutkulu aşkının şiddetini azaltacağını düşündüğü için kızdı. Yoğun bakımda doktorlardan istediği kitabı okuyup yorumlarını kitabın sahibine ileterek tutkularının onu sarmalayan yumuşacık yastıkları olduğunu gösterdi.

Yani ben ölmedim dedi.

Beni görünce ilk sözü kızıma yazdığı son şiirin gömleğinin cebinde olduğuydu.

Yani ben ölmedim dedi.

Acildeki doktorun yüzüne bakar bakmaz kalp krizi geçiriyor olduğunu anlamasına şaşırıyordu ve takdir ediyordu hala.

Yaşıyordu yani. Sadece soğuk makinalardan gelen ritmik Dıt…. Dıt…. Dıt…. Dıt…. şeklinde iniş çıkışlı çizgilerle basitleştirilmiş kalp atışıyla değil, ruhunun ritmleri ile yaşıyordu.

Kızı olarak bana öğrettiği en önemli şey buydu zaten, okuduğun şiirden içine bir şeyler akması gerektiğini babamdan öğendim, denizin güzelliğini, gökyüzünün güzelliğini, karıncanın üzerinden atlamanın gereğini, taş toplamayı sahilden, deniz kabukları ile mutlu olmayı, sergilerdeki resimlere bakıp hayaller kurmayı, her fikirden insanı dinlemeyi, her canlının değeri olduğunu….

Atıp tutmayacağım şimdi sadeleşsin hayat, doğaya dönüş vs.vs. bunlarla ilgili yazan da bunları yaşamayı başaranlarda var. Ben onlardan değilim (çok isterdim);

Ben çocuğumu özel okulda okutuyorum, temiz tuvalete girebilsin diye ama öldürülen, çocuk yaşta evlendirilen, defteri kalemi, yiyecek ekmeği olmayan çocuklar olduğunu biliyorum.

Ben klima çalışmayınca sıcaktan, elektrik gidince jeneratörün devreye geç girmesinden rahatsız oluyorum, ama o sıcakta şantiyelerde, tarlalarda, toprağın bile 50 faktör güneş kremine ihtiyacı olduğu havalarda çalışanları biliyorum, hatta aynı ortamda ayın bazı günleri  hiç şikayet etmeden çalışıyorum, çünkü o insanların bir bardak suyu içerken yüzlerindeki hissin babamın bana öğretmeye çalıştıkları olduğunu görüyorum.

Ben sıcacık sularla mis kokulu sabunlarla her sabah duş alıyorum arabama binip işe gelmeden önce ama evinde musluktan akan suyu olmayan yaktığı ateşte ısıttığı su ile banyo yapmaya çalışan insanlar olduğunu biliyorum.

Babam yoğun bakımda yatar ve ben onu beklerken hastane bahçesinde yaşayan, kartonların üstünde yatanları, bu şartlarda komşu olup sohbet eden, bankları yatak, bahçenin o bölümünü ev yapan kadınları, neden orada olduğunu bilmeden koşup oynayan çocukları gördüm. Kilometrelerce ötelerdeki güzel manzaralı adalarda “imkansızlıklar” içinde yaşayanların kavga, tartışma, aşk, entrika duygularıyla süslü senaryoları ile oyalanan halkımızı hastane bahçelerinde yakınlarını bekleyenlerin canlı gösterimine davet etmek isteyerek, bundan sonra “Survıvor izleyenin kalbini kırarım” hissi ile iki gün geçirdim.  Börek yapamayan kadının yuvasının dağıldığını düşünen “aile” bakanının, kocasını, çocuğunu, abisini, anasını, babasını yoğun bakımda beklerken ki bu insanların hallerine ne yorumda bulunacağını düşündüm. Ve bir kez daha utandım memleketim adına… kendi adıma…

Kendi hayatımın kraliçesi olurum ama tahtlarda oturamam, ısrarcıyım 100m hayat koşusunda Dünya Rekorunu kıracağım diyenlerdenseniz yarış bittiğinde sizi karşılayacak olan duvara çarpmanın şiddetini azaltacak şeylerin de, keyiflerle doldurulmuş pofuduk pofuduk  yastıklar olduğunu ben gördüm.

Bir anne olarak kızıma tüm bunları görebilmeyi,

Güzel giyinmenin, makyaj yapmanın, parfümler sürmenin amaç olmadığını, mis gibi beyaz sabun kokmakla bilmem ne marka parfüm sürmenin farkı olmadığını bunun sadece imkanlar ve isteklerle şekillenen bir tercih olduğunu,

Aşkı, sevgiyi, sevişmeyi, şiir, kitap okumayı, müzik dinlemeyi sadece kendisi için yapmayı,
Reddederek değil hazmederek tat almayı,

Toplumsal doğrularla değil kendi doğrularıyla yaşamayı,

Toplumsal ivmelerle savrulmadan kişisel tercihlerle keyif yastıklarını doldurmayı,

Yani “kendisi” olmayı öğretebilirsem ne mutlu bana.

İşte o zaman babamın kızı olurum.