28 Eylül 2015 Pazartesi

BABAMIN KIZI OLMAK...





Hepimiz hayatın koşturmacasını 100m Dünya Rekoruna talip atletler olarak sürdürüyoruz. Özellikle biz şehirli kadınlar. Modern çağın gereklilikleri üzerine kurgulanmış ayaklarının üzerinde durma sağlamlığı ile karışık materyalist düzenin direttiği para kazanma zorunluluğu sarmalında klasik aile kurma, çocuk sahibi olma ve ailesine sahip çıkma, şimdinin polemiği ile iyi börek açan, aile birlikteliğini sürdürmeyi hedefleyen, çalışma hayatında varlığını ispat etmiş ama her değişiklikte yeniden ispatlaması beklenen, hayatı her tarafından kovalamak zorunda bırakılarak yükü arttırılmış kadınlar.

Bu noktaya nasıl geldiğimiz ve tüm bu yarım yaşanmışlıklar da ki başarı oranlarımız ayrı ve upuzun bir yazı olur, onu sonraya bırakalım J ve 100 m Dünya Rekoru koşusunda göremediğimiz o hızla silüet halinde yanımızdan geçip gittiğini sandığımız ama aslında bizim yanından geçip gittiklerimiz konusuna gelelim.

Pazar günü arkadaşlarımla keyifli bir gün geçirirken gelen telefon hayatımın en önemli insanının, babamın kalp krizi haberi idi. Kendimi bile şaşırtan sakinliğimle 4 saat sonra Antalya’daydım.  Bu dört saat ve sonrasında hastane bahçesinde geçirdiğim 48 saat, babamın yaptıkları yapamadıkları, nasıl bir baba olduğu, kız çocuğu olarak bana kattıkları, benim kızımın babası ile olan ilişkileri, annem ile babamın ilişkileri üzerine birkaç ciltlik deneme yazacak kadar düşünmeme neden oldu.
Akşam yemeğini nerede yesek planının bile anlamsızlığının kafama balyozla bir kere daha indiği bu anlar, uzun süredir (sanıyorum 40 yaş sendromu)  sorguladığım “hayat” kavramının bizleri kandırarak gelip oturduğu tahttan bir kez daha tahmin ettiğiniz küfürlerle kovulmasına sebep oldu.
Tutkuları,
hayattan  (ç)almaya çalıştığımız anları,
içimizi titreten hisleri,
çocuğumuzun yumuşacık tenini,
ona sarılmanın coşkusunu,
dünya üzerinde yaşayan bir çocuğun kahkahasını ya da minicik tebessümünde görünen dudağının kenarındaki gamzesini,
aşkı,
okuduğumuz kitapları,
dinlediğimiz şarkıları,
içtiğimiz suyu,
duş aldığımız banyomuzu,
mis kokulu duş jellerimizi,
yatağımızı,
yumuşacık pijamalarımızı,
gerçekten olmak istediğimiz bizi
ve
“keşke”lere yer bırakmayacak herşeyi yanımıza yöremize yumuşacık yastıklar yaparak “hayat” denen çirkin mahluk yerine tahta bir güzel kurulmanın önemi bir kez daha yüzüme tokat gibi indi. Kendi hayatımızın kral ve kraliçeleri olmak tek ödülüydü hayatın.

Babam kalp krizine, okuma aşkı ile arasına girerek bu ilişkinin tutkulu aşktan seviyeli beraberlik mertebesine çekilmesine sebep olan göz problemlerinden sonra, yıllardır yüzme ile yaşadığı tutkulu aşkının şiddetini azaltacağını düşündüğü için kızdı. Yoğun bakımda doktorlardan istediği kitabı okuyup yorumlarını kitabın sahibine ileterek tutkularının onu sarmalayan yumuşacık yastıkları olduğunu gösterdi.

Yani ben ölmedim dedi.

Beni görünce ilk sözü kızıma yazdığı son şiirin gömleğinin cebinde olduğuydu.

Yani ben ölmedim dedi.

Acildeki doktorun yüzüne bakar bakmaz kalp krizi geçiriyor olduğunu anlamasına şaşırıyordu ve takdir ediyordu hala.

Yaşıyordu yani. Sadece soğuk makinalardan gelen ritmik Dıt…. Dıt…. Dıt…. Dıt…. şeklinde iniş çıkışlı çizgilerle basitleştirilmiş kalp atışıyla değil, ruhunun ritmleri ile yaşıyordu.

Kızı olarak bana öğrettiği en önemli şey buydu zaten, okuduğun şiirden içine bir şeyler akması gerektiğini babamdan öğendim, denizin güzelliğini, gökyüzünün güzelliğini, karıncanın üzerinden atlamanın gereğini, taş toplamayı sahilden, deniz kabukları ile mutlu olmayı, sergilerdeki resimlere bakıp hayaller kurmayı, her fikirden insanı dinlemeyi, her canlının değeri olduğunu….

Atıp tutmayacağım şimdi sadeleşsin hayat, doğaya dönüş vs.vs. bunlarla ilgili yazan da bunları yaşamayı başaranlarda var. Ben onlardan değilim (çok isterdim);

Ben çocuğumu özel okulda okutuyorum, temiz tuvalete girebilsin diye ama öldürülen, çocuk yaşta evlendirilen, defteri kalemi, yiyecek ekmeği olmayan çocuklar olduğunu biliyorum.

Ben klima çalışmayınca sıcaktan, elektrik gidince jeneratörün devreye geç girmesinden rahatsız oluyorum, ama o sıcakta şantiyelerde, tarlalarda, toprağın bile 50 faktör güneş kremine ihtiyacı olduğu havalarda çalışanları biliyorum, hatta aynı ortamda ayın bazı günleri  hiç şikayet etmeden çalışıyorum, çünkü o insanların bir bardak suyu içerken yüzlerindeki hissin babamın bana öğretmeye çalıştıkları olduğunu görüyorum.

Ben sıcacık sularla mis kokulu sabunlarla her sabah duş alıyorum arabama binip işe gelmeden önce ama evinde musluktan akan suyu olmayan yaktığı ateşte ısıttığı su ile banyo yapmaya çalışan insanlar olduğunu biliyorum.

Babam yoğun bakımda yatar ve ben onu beklerken hastane bahçesinde yaşayan, kartonların üstünde yatanları, bu şartlarda komşu olup sohbet eden, bankları yatak, bahçenin o bölümünü ev yapan kadınları, neden orada olduğunu bilmeden koşup oynayan çocukları gördüm. Kilometrelerce ötelerdeki güzel manzaralı adalarda “imkansızlıklar” içinde yaşayanların kavga, tartışma, aşk, entrika duygularıyla süslü senaryoları ile oyalanan halkımızı hastane bahçelerinde yakınlarını bekleyenlerin canlı gösterimine davet etmek isteyerek, bundan sonra “Survıvor izleyenin kalbini kırarım” hissi ile iki gün geçirdim.  Börek yapamayan kadının yuvasının dağıldığını düşünen “aile” bakanının, kocasını, çocuğunu, abisini, anasını, babasını yoğun bakımda beklerken ki bu insanların hallerine ne yorumda bulunacağını düşündüm. Ve bir kez daha utandım memleketim adına… kendi adıma…

Kendi hayatımın kraliçesi olurum ama tahtlarda oturamam, ısrarcıyım 100m hayat koşusunda Dünya Rekorunu kıracağım diyenlerdenseniz yarış bittiğinde sizi karşılayacak olan duvara çarpmanın şiddetini azaltacak şeylerin de, keyiflerle doldurulmuş pofuduk pofuduk  yastıklar olduğunu ben gördüm.

Bir anne olarak kızıma tüm bunları görebilmeyi,

Güzel giyinmenin, makyaj yapmanın, parfümler sürmenin amaç olmadığını, mis gibi beyaz sabun kokmakla bilmem ne marka parfüm sürmenin farkı olmadığını bunun sadece imkanlar ve isteklerle şekillenen bir tercih olduğunu,

Aşkı, sevgiyi, sevişmeyi, şiir, kitap okumayı, müzik dinlemeyi sadece kendisi için yapmayı,
Reddederek değil hazmederek tat almayı,

Toplumsal doğrularla değil kendi doğrularıyla yaşamayı,

Toplumsal ivmelerle savrulmadan kişisel tercihlerle keyif yastıklarını doldurmayı,

Yani “kendisi” olmayı öğretebilirsem ne mutlu bana.

İşte o zaman babamın kızı olurum.


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder