kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2016 Cuma

İYİ HİSSETTİREN KÜÇÜK ŞEYLER



http://gununcorbasi.blogspot.com/ severek takip ettiğim bloglardan, ben içten paylaşımlı yazıları seviyorum. Tanıyor gibi oluyorum yazarlarını. İşte bu blogun tanımadığım ama tanıdığımı varsaydığım sevgili yazarı kendini iyi hissettiren küçük şeyleri yazmış. Bu güzel yazıyı okuyunca ben de düşündüm ve aşağıdaki liste çıktı ortaya. Ortak maddeler çok. Öncelikle bir anneyi çocuğunun bakışı, gülüşü, minnacık yazdığı çizdiği her şey mutlu eder. Hele benim gibi hatıra çöpçüsü biri ise ooo sepet sepet not, çiçek, resim birikir. Listenin devamı için ise üzüldüklerim var, küçük ama şu an ne kadar büyük, ulaşılabilir ama ulaşılması için bir sürü engeli aşmak gerekir, benim kadar deniz seven bir insanın bu bozkırda ne işi var???? Size değil bilinçsiz kendime soruyorum!!!!




İyi hissettiren küçük şeyler:
Yağmur’un minik notları, yazdıkları, çizdikleri
Yağmur’la arabada dans etmek (özellikle sabah 7:30 okul yolunda :) ),
Eski fotoğraflar,
Kitap okumak,
Kahve içmek,
Arabada yüksek sesle müzik dinlemek hatta eşlik etmek,
Kızıma sarılıp uyumak,
Deniz kokusu (Ankara’da yaşadığım için bu küçük şey o kadar büyük ve kıymetli ki),
Deniz sesi (telefondan dinliyoruz :( ),
Vapura binmek (ancak istanbul’a gidince tercihim Beşiktaş-Kadıköy),
Midye tava yemek (Otlangaç tadını arıyorum ama bulamadım),
Arkadaşlarla o anlık bile olsa hayatı hafife alıp kıkırdamak.


29 Eylül 2016 Perşembe

VAY BENİM BLOG YAZARLIĞIMA!!!!!


Vallahi bu iş bana göre değil demek ki!

Buraya en üzgün suratlı emojiyi kocaman koymak istiyorum. Koydum bile



Yazmak, okumak hayatımın eksik kalmayacak bir parçası ama yazdıklarını bloğa aktarmak gerçekten ciddi bir iş. Zaman, emek gerektiren bir iş. Bu gidişle benim yazılar sürekli bir “seni ihmal ettim blog” tadında olacak. Ne anladık bu işten…

İstedim ki kendime özel bir alanımız olsun. Gerçek hayatta hiç bir yerde yok bari sanal alemde olsun.Hislerimizi yazalım, sevdiklerimizi ve sevmediklerimizi paylaşalım. Ama

  hayatın bu alanı yemesine izin veriyoruz

 Hiç yakıştı mı? 
HAYIR
                                                               yakışmadı ama olan bu.

Öncelikle bu durumla barışalım değil mi….
Farkettim ki özellikle yakınımdakiler blogda yazdıklarımla ilgili konuşuyorsa yazmak istemiyorum. Ya ben psikopatlığın üst sınırına ulaştım, ya da özel alan konusunda yanlış yaptığım birşeyler var. 

Aynı zamanda 

"bir yazı yazacaksam iyi olsun, anlaşılsın, anlamlı olsun, sadece bir resimle blogmu yazılır peh"

gibi yaklaşımlarım beni bu noktaya getiriyor. Bu sarmalla ilgili bugün can dostum psikologla konuşacağım. İyi olsun diye çabalarken hiçbir şey yapamamak ve sonunda vazgeçmek tıpta hangi sözcüklerle ifade edilen bir hastalık acaba.
İşte benimle blog arasında yaşanan bu.

Adını öğrenince size yazarım.
Analizimiz burada son buldu, aralarda uğrarım, sevgiyle...




5 Nisan 2016 Salı

VE PERDE....

Bu aralar ihmal ettim seni sevgili blog.
Ancak yaşadığım kimlik bunalımı buna sebep oluyor. Günah çıkartma yazısı yazmaya karar verdim.
Memleketin durumu ortada, ölmemek tesadüf oldu. Geçen gün gittiğimiz markette yere düşen bir kolinin sesini bomba zannetti daha tüm kötülüklerden uzak, kafasında olanlara anlam veremeyen kızım. Mantıkla anlatma çabası verdim. Bilmemesi imkansız, biliyor, duyuyor, şahit oluyor. Elbette çok sınırlı kalmak kaydıyla ama korku yürekte işte. Mantıkla açıklanacak bir durumu yok ki zaten olanların. Diyarbakır'a gidiyorum içi pır pır ediyor küçük kuzumun. Ankara'da da, İstanbul'da da ölüyoruz diyemiyorum.
Tüm bunlar yaşanırken hayat devam ediyor ve etmek zorunda. Babam her zamanki tavrıyla özellikle Kızılay'a, Tunalı'ya gidiyor; "Korkmak yok, ne istersek onu yapacağız" diyor. Doğru olduğuna yürekten katılıyorum ama hayatını idame ettirmekle görevlendirildiğimiz bir çocuk var ortada, o tek düşündüğüm.
Yoksa ölüm o kadar yakınımızda ki her zaman. Çok normal geçen sıradan bir günün ardından eve giderken annemin rahatsızlandığı haberi geldi ve gittiğim yolu ambulansla annem arkada yatarak geri döndüm. Hayatın ne zaman ne ile karşılayacağı belli değil bizi. İnsan beyni değişik bir mekanizma. Her duruma ve her zamana uyum sağlayabiliyor. En kötüye de en güzele de, hiç bir acı yıkmıyor insanı, hatta yıksın dağıtsın istediklerin bile yıkmıyor. Ayakta kalmaya vücut ve beyin bir bahane bulursa kontrol ruhtan çıkıyor.
36 saat sandalye de oturup güne devam edebiliyor insan mesela. Kendine bile dışarıdan bakıp şaşırarak. Hayat ve İnsan karmaşıklığını ben burada çözecek değilim elbette.
Sadece seni ihmal ettimse blog, sebebini açıklamak istedim. Ne de olsa sana karşı da bir sorumluluğum var.
Ne olacağımı bilemediğim bu günlerde, kendime en çok prenses kostümü üzerimde iken bir elimde kepçe çorba karıştırıp, bir elimde tansiyon aleti ile tansiyon ölçerken, annelik yapmaya çalışan kadın rolünü yakıştırıyorum. Evet birazdan sahneye çıkacağım ama şu anda mailleri cevaplayıp, ihale dosyası yetiştiriyorum. Sevgiyle kal...



22 Şubat 2016 Pazartesi

KOZMETİK İÇERİKLERİ OKUMA VE YORUMLAMA

Her şeyin yapaylaştığı fani dünyada kendimizi korumak için ne yapacağımızı bilemiyoruz. Her ne kadar bir bomba ile patlama ihitimali ile yaşıyor olsak da gerek yiyeceklerde gerekse kullandığımız kozmetik ürünlerinde sağlığa zararlı içeriklere karşı savunma ve aydınlanma halindeyiz.
Bugün mailboxıma düşen bu konudaki güzel bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
Bu yazıya göre içeriğin ne olduğu kadar sıralaması da önemliymiş.


"Kozmetik ürünlerdeki içerikleri nasıl okunmalı ve yorumlanmalıdır?" 

başlıklı yazımızı buyurun okuyalım ve faydalanalım:








"Bir ürünü elimize aldığımız zaman ilk yapılması gereken içeriklerin okunması olmalıdır. İçerikleri okuyup anlayabilmek için bazı püf noktaların bilinmesi gerekir. Kurallar gereği kozmetik ürünlerinin içerik bilgileri INCI (INCI: International Nomenclature of Cosmetic Ingredients) isimleri ile yazılmak zorundadır.

Piyasada binlerce kozmetik hammaddesi mevcuttur, tüm bu hammaddeler INCI isimleri ile yazılınca işler iyice zorlaşır, eğer kozmetik bilimi altyapınız ve formülasyon bilginiz yok ise içerikleri anlamak, fonksiyonlarını, cildimize veya saçlarımıza etkilerini bilmek gerçekten de çok zor bir iştir. 
Tüm içeriklerin fonksiyonlarını ve görevlerini anlamak uzmanlık gerektirdiği için bunları bilmek biraz zor olabilir. İçeriklerde kullanılan her hammaddenin görevi ve fonksiyonu ile ilgili Internet kanalı (google, yandex, wikipedia, kaynakları belli olmayan gazete ve internet haberleri) ile araştırmalar yapılabilir fakat bu kanallardan yapılan araştırmalar ne yazık ki sağlıklı değildir ve yanıltıcı olabilmektedir. İçerik listesinin yorumlama kısmı zordur fakat içeriklerin nasıl sıralandığını bildikten sonra işler biraz daha kolaylaşır.
Kozmetik ürünlerinde içerikler formülde en yüksek oranda kullanılan hammadde ile başlar ve azalarak devam eder. Örneğin ilk sırada kullanılan içerik formülde en yüksek oranda kullanılandır. Son satırlarda bulunan içerikler ise formülasyondaki en düşük oranlardır (%0.5 - 0.01 ve daha düşük konsantrasyonlardır). 
Sonlardaki içerikler genelde koruyucular, eğer ürünün içerisinde esans varsa, esanslardaki allerjenler, EDTA gibi kelat ajanları (sudaki ağır metalleri tutarak inaktif hale getirirler ve ürünlerin bozunmasını önlerler), CI (Color Index ile ifade edilen) boyar maddeler. 
Ürünlerin içerik kısmında incelenmesi gereken en önemli noktalardan bir tanesi aktif içeriklerin (Hyaluronik Asit, Vitaminler, Bitki Ekstraktları, Sodyum PCA, Glycolic Acid, Salicilic Acid, UVA-UVB güneş filtreleri gibi) sıralaması olmalıdır. Bu aktifler içerik listesinde en son sırada yer alıyorsa kullanım oranları çok düşüktür ve bu aktiflerden herhangi bir etki beklenmemelidir. Eğer aktifler içerik listesinde en başlarda veya ortalarda ise o zaman gerçekten etkilidirler ve ürün formülasyonu başarılıdır."

Yazı ürünlerini hep duyduğumuz CYRÈNE tarafından gönderilmiş, ben kendi adıma oldukça faydalı buldum, umarım sizlerin de işine yarar.


5 Ocak 2016 Salı

HOŞGELDİN 2016




Şu an nerede olduğunu hatırlayamadığım ama zamanın göreceliğini çok iyi anlatan bir yazı okumuştum. Her insan, her canlı ve her duygu için zaman farklıdır. Sizin için geçmiş olan an başkası için gelecek, bir başkası için şimdi olabilir.

Yeni yıla girişimiz bile öyle değil mi aslında...

Dünyanın diğer ucu yeni yılı karşılarken biz eski yılın son demlerinden yudumluyor oluyoruz. Onların şimdisi bizim geleceğimiz.



Yaş kırk olunca zaman, mekan, an kavramları değişiyor herhalde. Böyle felsefe yüklü bakış açıları daha çok yer buluyor gönüllerde.

2015 çok zor bir yıl oldu benim için. Bu zorlukları hayatın sınavları olarak gördüm. Hepsine, hem kendim hem ailem hem çevrem açısından öğrenilecek derslerimiz olduğu çıkarımına tutunarak yaklaştım.

Yenilikler, değişiklikler hiç bitmedi. Ruh halim ve ruh sağlığımı bu yenilik ve değişikliklerin çok olumlu etkilediğini söyleyemem. Derinine batmamak için tutunduğum dallar haricinde bağlarımı çookk sorguladım bu sene. İnsanların şartlar karşısında nasıl değişebildikleri - kendim de dahil-, "ben" olmanın ne kadar zor olduğu, yaptıklarınızla var olduğunuz ilişkiler, hayat, geçmiş kırk yılım, çocuğumu bekleyen gelecek, insanların yakıştırdıkları, sevdiklerinizin sizi gördüğü yer, görüntünün yanılsaması, dostluğun ve paylaşımların anlaşılamaması bu yıldan öğrendiklerim.

2015 bana hiç bir şeyin kimseye ait olmadığını, hatta hayatınızın bile, öğretti sanırım. 

Mutsuz muyum? İlginç bir şekilde değilim. Tam tersine üzerimde bir hafiflik var ki sormayın gitsin. Herhalde kabul sınırlarımı genişletmemin getirdiği bir hafiflik. 






Tabi ki yeni yıldan dileklerim var, ama maalesef dileklerin ne kadarının olduğunu bilecek yaştayım. O yüzden dileklerle değil de gerçeklerle yaşamak için akıl, huzur, sağlık ve güç istiyorum. Hem kendim hem ailem için...

Hoşgeldin 2016...


17 Aralık 2015 Perşembe

KIRILAN DAĞILAN FARLARI TOPLAMA SİHİRBAZI




Sakar sayılmam aslında pek bir şeyler düşürmüş, kırmışlığım yoktur. Ama geçenlerde özel günlerde göz pınarlarıma ışıltı yapmak için aldığım dore renkli Loreal Colour İnfallible 027 Goldmine farımı düşürdüm. Vidalı kapağı olduğu ve düşünce açılmadığı için neyse ki yerlere yayılmadı,  ancak kendi içinde dağıldı.

Böylede kullanabilirim dedim ama hem görüntüsü çok keyifsizdi hem de yoğun yapısı nedeniyle fırçanın ucunu minicik değdirmek istediğim halde olmuyor, fırçaya bulaşıyordu. Yani yenilemekten başka çare yok gibi gözüküyordu. Çok sık kullanmadığım için de yeni almama trendimi bozmak istemiyordum.

Cin fikirler çaresizliklerden çıkar...



Daha önceki yazımda Missha’dan aldığım The Style Magic Eye Change isimli damladan bahsetmiştim. Bu damlanın esas amacı elinizdeki tüm farları eyeliner olarak kullanmanızı sağlamak. Ancak şimdi size başka bir amacından da bahsedeceğim ki sanırım bu hepimizi kalbimizden vurabilir.



İşte bu anda bizim minik imdadıma yetişti. Yaklaşık 5-6 damlayı far kutusuna döküp bir fırça yardımı ile karıştırdım. Üzerini de parmağımla bastırarak düzelttim. Sonuç harika. Farım hem eskisinden daha yumuşak bir hal aldı hem de atılmaktan kurtuldu daha ne olsun J.



7 Aralık 2015 Pazartesi

MISSHA SİHİRLİ DAMLA VE MODERN SHADOW SBR 01

Missha markasının ürünlerini daha önce denememiştim. Ama BB Kremlerinin ünü zaten malum.
Ancak BB krem niyetiyle başlayan Ankara Kentpark AVM Missha gezim, bir adet tekli far ve değişik bir ürün olarak denenmesi gerekliliği hissi ile eyeliner sıvısı diye tanımlayabileceğim içeriğine bakarsanız asla alınmaması gereken ancak eyeliner severlerin mutlaka edinmesi gereken bir ürünle noktalandı.

Öncelikle tekli farlarının renklerini çok sevdiğimi belirtmem lazım. Bumu şumu derken bu renkte karar kıldım.
Renk skalası oldukça geniş. Bir de üç tonlu olanlar var, benzer renk geçişlerini sevenler için ideal. Tek hareketle üç tonuda uygulamayı sağlıyor. Ne kadar pratik değil mi.




Aslında bu aralar benzer renklerde ürünler alıyor olmam da ilginç ama bu içlerinde en isabetli olanlardandı bence, kahve, bronz arası güzel sedefli bir kahverengi. İddialı gece makyajlarında siyah ve altınlarla, sade gündüz makyajında daha açık bronz renklerle, mat krem rengi ile rahatlıkla uyum sağlayabiliyor. Özellikle mavi renk gözlerde çok iyi duracağı kesin. Bir gün mavi lens takarak deneyeceğim.
Farın yapısı oldukça yumuşak, fırça ile uygulamada çok hafif tozlanma oluyor ama ben bu aralar parmaklarımla far uyguladığımdan bir sıkıntı yaşamadım. 











Missha markasında bulunan simli ışıltılı farların çokluğu karşısında ise şaşırdığımı belirtmem lazım. Işıltı severim aslında ama bu kadarı bana bile fazla. Ben genelde altın,gümüş, bronz gibi ışıltıları tercih ediyorum. Ama değişik ışıltılı far severler için Missha tam bir cennet. Kore'de makbul olabilir ama Türkiye’de bu kadar ışıltılı far satarsa yollarda milletin gözüne daha çok bakacağım ve kimler bu farları sürüyor bulacağım. J



Bu arada ürünleri incelerken en çok dikkatimi çekenlerden biri de bu damla oldu adı Magic Eye Change.



Damlattığınız ve uygun fırçayla karıştırdığınız farın (Bazı bloglarda fırçaya damlatılıp uygulandığından da bahsediliyor) eyeliner olarak kullanılmasını sağlıyor. Ben eyeliner seviyorum. Sürmeyi beceremesem de, değişik renklerini de denemek istiyorum. Özellikle tek renk farla yapılan makyajlarda aynı renk eyeliner çok yakışıyor. Bu yüzden indirimden Flormar’ın renkli eyelinerlarını almıştım. İşte tüm bu nedenlerden dolayı bu fikir bana çok cazip geldi böylelikle elimdeki tüm farları eyeliner olarak kullanabileceğim. 


Kore markalarının çok iddialı cilt bakım ürünleri olduğunu hepimiz biliyoruz. İnternetten yaptığınız alışverişlerde tester seçme ve siparişinize ekleme şansınız oluyormuş. Merak edilenler bu şekilde denenebilir. Ancak mağazalarından böyle bir tester verme teklifinde bulunan olmadı. Cilt bakım ürünleri yanında renkli ürün grubundan özellikle jel yapılı göz kalemlerini, 7 gün akmadığı iddia edilen kaş kalemini ve gözenekleri kapattığı iddia edilen bu ürünü de denemek için sıraya aldım.







Missha ülkemizde de kendi kullanıcı kitlesini yaratmış bile, değişik ürünleri ile kullanıcılarda merak uyandırmayı başarıyor. Uygun fiyatlar ve başarılı fiyat-performans dereceleri kullanıcı sayılarını gün be gün arttırıyor. Sizin tercihleriniz ve denedikleriniz var mı? Bu arada Missha ürünlerine internetten ulaşmak için tık tık. 

18 Kasım 2015 Çarşamba

PANDORA'MIN YENİ CİCİLERİ

Pandora bilekliğime gittiğim yerlerden eklemeler yaptığımı yazmıştım. Hatta AHTAMARA KOLEKSİYONU ismini takmıştım. Önceki yazı için tık tık. Pandora’mın yeni cicilerini sizinle paylaşmak istedim.



Bu sefer telkâri ürünler seçtim. Wikipedia tanımına göre;

“Telkari, Mardin yöresine ait bir gümüş işleme sanatıdır. Ayrıca Ankara'nın ilçesi olan Beypazarı'nda telkari sanatı geliştirilerek, altın ve gümüş takıda değişik süsleme ve desenlerle günümüze kadar getirilmiştir. Halen Beypazarı'nda 80 ila 120 arasında bu işi yapan atölye vardır. Beypazarı halkı telkari el sanatını daha işlevsel bir duruma getirmiştir. Telkari ince gümüş tellerin birleştirilmesiyle yapılmaktadır.

Bu işlem türü çok eski olup, milattan önce 3000'lere dayanmaktadır. Ortadoğu'da ortaya çıkmıştır. Dönem dönem geniş uygulama alanları bulmuştur. Orta çağda Barok dönemde 800'lerin sonu 900'lerin başı arasına Sicilya ve Venedik'te kullanılmıştır.”

Ne güzel sanatlarımız var değil mi, böyle yeteneklerim olsaydı keşke… Bu sefer daha önceki yazımda da bahsettiğim ters lale motifi ile son zamanlarda çokça rastladığımız Fadime Ananın Eli veya Hamsanın Eli motifini seçtim bilekliğime eklenmesi için.

Hikayeleri araştırdığımda ise öyle güzellikler içinde buluyorum ki kendimi işte o zaman sadece takı olmaktan çıkıp anlamlanıyorlar, buyurun Ağlayan Gelin ve Fatima modellerimin (dikkat charmları bu isimle aramayın tamamen ben uydurdum) hikayelerine;


Fritillaria ilmperialis veya Ters Lale, ülkemizde genellikle soğuk iklimlerde doğal olarak yetişen endemik bir bitki türü, çok soğuklarda yaprakları donabiliyor ancak bu yapraklar güneşi görmesiyle birlikte yeniden gelişmeye ve büyümeye devam ediyorlarmış. Türkiye'de ağlayan gelin olarak da adlandırılan bu bitkinin çiçeği değişik renklerde ve lalenin tersine yere doğru bakarlar. 

Yabani formları genellikle turuncu veya kırmızı renklerdedir. Özellikle kırmızısı ile kandamlalarını temsil ettiği düşünülüyor, Hristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerilişinde boynunun bükülmesi ile benzeşen şekli sebebi ile kutsal sayılmaktaymış. 

Bu arada Selimiye Camii’nde işli bir ters Lale motifi olduğunu da bu araştırmalar sırasında öğrendim. Bunun sebebinin ise camiinin yapıldığı yerde bulunan lale bahçesini temsil etmesi olduğu rivayetler arasında.

Yunan mitolojisinden semavi dinlere kadar birçok efsaneye konu olmuş, adına şiirler yazılmış ve Van Gogh ve Jan Brueghel gibi dünyaca ünlü sanatçıların fırçalarında hayat bulmuş bu eşsiz bitki boşuna takı ve işleme figürü olarak kullanılmamış yani. Özellikle Van Gogh’un resmi beni hiç bu gözle bakmamış oluğum için şaşırttı.



Jan Brueghel the Elder, Great Bouquet, 1603

Van Gogh, Imperial crowns in a brass vase, 1886


Fatma’nın Eli ise yaklaşık 3000 yıldır Anadolu’da ve Ortadoğu’daki kültürlerde kullanılan bir uğur, bereket, şans ve mutluluk sembolü. Aslında bu semboller Mısır’da da kullanılmaktaymış ve yaklaşık bu sembollerin tarihi 4000 yıl önceye gitmekte olduğu da bazı kaynaklarda var. Bu sembolle ilgili değişik kaynaklardan derlediklerim ise şöyle;

Genellikle ‘Fatma’nın Eli’ olarak bilinse de Araplar arasında ‘Hamse Eli‘ diye anılır. Hamse, beş demektir ve bir elin parmak sayısını gösterir. Yahudi kültürüne göre bu 5 parmak Torah'ın 5 kitabını sembolize eder. Elin sağ ve sol parmakları yanlara dönüktür. Diğer 3 parmaksa dikeydir. Hamsa'nın tıpkı nazarlık gibi şeytanı uzak tuttuğuna inanılır. Ağırlıklı olarak açık mavi rengindedir.
3 din için de muska anlamı taşıdığı, nazardan koruduğu ve Paganlar için de bereket sembolü olduğuna dair inanışlar var. Aynı zamanda Kabalistik bir sembol de olan Hamsa’ya, Yahudi sanatında birçok dalda rastlayabiliriz. İslam kültürüne göre ise; 5 parmak İslam’ın 5 şartını ve 5 duyuyu temsil eder
Hindu’lar ‘Humsa Eli’, Museviler ise ‘Hameş Eli’ veya ‘Miryam’ın Eli’ adını vermişlerdir. Bazı kültürlerde yukarıya dönük, bazı kültürlerde aşağıya dönük el şeklinde bulunmaktadır. İslam ve Musevilik’te yer alan bu ortak sembolün gücüne günümüzde de halen geniş bir coğrafyada inanılmaktadır
Elin ortasındaki Mısır geleneğinden kalma Horus’un gözü, ya da “her şeyi gören gözün” olması durumunda şans getireceğine ve nazarı uzaklaştıracağına, kem gözlerden insanları sakınacağına inanılırdı. Elin ortasındaki 3 balık olması ise bereket sembolüdür. Genellikle elin çeşitli taraflarına kimi dualar da yazılırdı.


İslam kültüründe “Fatıma Eli” diye bilinen figürün Yahudi kültüründe de “Abla Meryem’in Eli” (Sister of Moshe Rabenu) diye bilinir. Meryem (Miryam), Hz. Musa'nın ablasıdır.
Eski Türk‘lerde de Umay Ana‘nın elidir. Umay Ana sıkıntıda ve doğum yapmakta olan kadınlara yardım eder.
Fatıma‘nın eli, birçok kültürde, kapılara çizilir. Endülüs‘teki Elhamra Sarayı‘nın girişindeki büyük taş el bir tılsımdır ve en güzel örneklerdendir.

Sadece sembolik olarak değil içsel bir inanışla Anadolu’da kadınlarımız yemek pişirirken, ”Fatma’nın Eli”yle yaptıklarına niyet ederler ki yemekleri lezzetli olsun. Anneler karnı ağrıyan çocuğuna, ”Fatma’nın Eli” ile dokunurlar ki, yavrularını şifalandırsınlar.


Fatıma'ya yönelik anlatılan mit ise şöyledir:

"Tanrı kâinatı yarattığında, daha siyah parçaları yokken, yer ve gök su iken, Kandilde bir Nur parladı. Bu nur’un içinde bir kadın gözüktü. Başında bir Taç, 2 kulağında 2 Küpe, belinde de bir Kemer vardı. Cebrail Nur içinde Kadın’ı görünce şaşkınlığa düştü. Hakk’a niyaz etti, kim olduğunu bilmek istedi.

Hakk’tan bir nida geldi; dedi: “Ey Cibril, O, Cennetin Seyyidesi Fatıma-tüz Zehra’dır.”

Cibril sual etti: “Ey Tanrım, ne kadar güzeldir.”

Tanrı buyurdu: “Biz O’nu nur âlâ nur’dan yarattık.”

Cibril sual etti: “Ya Rab, başındaki nedir?”

Tanrı buyurdu: “Başındaki Taç, Tac-ı Devlettir ki bu Muhammed Mustafa’dır.”

Cibril, belindekini sual eyledi.

Hakk buyurdu: “Ya Cibril, belindeki de Kemer olup, Fatıma’nın helâli olan Ali’dir.”

Cibril sual etti: “Kulaklarındaki nedir?”

Hakk buyurdu: “Şebber-ü Şübber (Hasan ve Hüseyin) Cennetin Efendileri.”

Bu mistik anlatımda Fatıma, başında tâcıyla bir kraliçe olarak tanımlanır. Nasıl ki Meryem Ana’ya cennetin kraliçesi denir, aynı şekilde Hz. Muhammed de Fatıma’nın cennet kadınlarının efendisi olduğunu söyler.

Tüm bunları okurken Annemarie Schimmel’in "Tanrı'nın Yeryüzündeki İşaretleri" adlı kitabını okumam gerektiğine karar verdim, hatta bir an önce bulup almak için sabırsızlanıyorum.



Şimdi kolumda asılı duran bu güzelliklere baktıkça bunlar aklıma geliyor. Bakalım daha Pandora’ma neler eklenecek, ne güzellikler ve ne hikayeler…




19 Ekim 2015 Pazartesi

HAYAT ATIYOR İMZASINI.......





Trafikteyim, arabam kendimle başbaşa kaldığım yer, radyoyu açıyorum, tam bana göre derini çok  derin, acısı çok acı ama keyifle süslenmiş, eşlik ediyorum süslü yerlerine

"Geççççmeeezzzz
Sürmeeezzzz
Doymammm
Yetmezzzzz"

                                                                            çalıyor.....


Hayat atıyor imzasını
Alnımıza acıta acıta
Kesmiş çoktan hesabımızı
Öde diyor acıta acıta
.....
Ey Hayat çok mu şey istedik
Ey Hayat çok mu istedik
Kalpten ağrımız var "Geçmez" diyor
Bir umut görsek "Sürmez" diyor
Koymuş sofrasına "Doymam" diyor
Bir can borcumuz var "Yetmez" diyor...


Katı sert görünürüm, duygusuz duyarsız. Aslında içeride fırtınadan darmadağınık bir dünya... Bu görünümümün altındaki gerçekleri kimler biliyor diye düşündüm. Çünkü en yakınımdakilerin hiç de bilmediğini gördüm; Kimi en ufak sıkıntıda kaçıp gittiğimi sanıyor, kimi prenses gibi yaşadığım iddiasında. Hayat neden farklı objektiflerden bu kadar başka görünüyor.

Neden çoookk uzaklardakilerin anladıklarını yakınındakiler senden olanlar anlayamıyor??? Sadece benim sorunsalım olmamalı bu!

Ey hayat çok mu şey istedim... 
HAYIR

İstemedim ya, elimdekilerle kendimi bile şaşırtırcasına mutlu olmaya çalıştım hep, gelen herşeyi başımın üstünde yeri var diyerek karşıladım, sevdiklerim için kabul ettim. Sadece sevmek hayatımda olması yeterliydi kabul etmeye onlarla gelenleri, sormadım. Öğrenmem gerekenler var, sınav ders diyerek sorgusuz kabul ettim. Halen de ediyorum, aksi ben olmama engel olur. Kimse için değil kendim için yapıyorum.

Hayatımın en büyük fedakarlığı, çocuğum okuduğu okula devam edebilsin diye yapmaya kaktığım, nasıl yetiştirildin en ufak sıkıntıda arkana bakmadan kaçıp gidiyorsun oldu, sadece DUR, BUNLARI YAPMAK  SANA DEĞİL BANA DÜŞER demesini istediğim tek kişi sustu, başkaları daha çok anladı içimin ne kadar acıdığını, ben olanlardan benden olanlardan daha çok.... Yarası kaldı yani. Kindar değilim kin değil bu his, yara, derin yara.

Hiç biri uykusuz kalmasın diye üstündeki yük azalsın diye kalkamayacağınız yükleri üstlendiniz mi, üstlendim, Sadece uyursa içimin rahatlayacağı kişinin bir kaç saat uykusu için, pişman mıyım hayır yine yaparım. Değer. Çünkü ben DEĞER görüyorum. Hiç bir şey beklemedim karşılığında sadece korunmak kollanmak ama güçlü görüntü yanılgısı şaşırttı herhalde en yakındakileri, kimse gerçekten güçlü olmadığımı, olmaya çalışsam bile korunmanın kollanmanın bir ihtiyaç olduğunu görmedi. Çırpınışların anlamını anlayamadı.

Kıyamadım ben kimseye, kendime kıydım hep. Duygularımı çöpe attım, gerekiyor diye yaptım, ağladım, sızlandım, kızdım ama yaptım tüm gerekenleri... Halen de yapıyorum. Kendime rağmen... Vazgeçiyorum, hayatımdan, düzenimden, evimden... Vazgeçiyorum. Ama hayat canavarına yetmiyor hala.

Dünya isteyenlerin dünyası, çevresine huzursuzluk korkusu salanların dünyası! Anladım, ben sustum artık. Son üç dört yıldır sustuğumu sanıyordum, susmamışım, şimdi sustum. İki yılda yirmi yıl yaşlandım, yapılması gerekenler listesini tükettim, artık kolumu, bacağımı, canımı vermek kaldı. Gerekirse yine veririm. Ama söyleyecek sözler kalmadı, onları kendime saklayacağım müsadenizle.

Susma vakti artık. Ey hayat çok mu şey istedim. Sadece içimi biri görsün istedim. Ama olmuyor, görünmüyor demek ki..... Belki söylemeden biriktirdiğim sözler görünür, bir de derin açılan yaralardan sızan kan damlaları.

Gözlerimden süzülen damlaları silerken öndeki arabadan sallanan el tutuyor elimden, can dost dönüyor dolaşıyor, arkasında da kalsam farkında da olmasam gözyaşlarıyla ilerlediğim yolda önümü açıyor.... Taş olsa bile kalbim o el yetiyor...





10 Ekim 2015 Cumartesi

KOLONYAKOLİK


Güzel kokmak ve güzel kokular hayatta olduğumuzun belirtilerinden. Nede olsa beş duyu organından birini çalıştırıyor. Mis gibi yemek kokusu, çiçek kokusu, yağmurdan sonra toprak kokusu, deniz kokusu, çeşit çeşit parfüm kokusu, (Dikkat İğrençleşiyorum!), ter kokusu, ayak kokusu, sigara kokusu....
Şantiyeden gelince kızım bazı iğrenç kokuların birleşimine "Anne şantiye kokuyorsun." diyor. Özetliyor aslında toz,ter, pislik toplamı içinde derinlerden gelen anne kokusu :) En azından ben öyle yorumluyorum bozmayın lütfen...

Limon kolonyası ile hiç iyi hatıralarım yok. Sevmem kendisini... ama güzel kokmayı severim. Parfüm çeşitliliğime inanamazsınız ama vazgeçemediğim parfümlerimde var tabi ki. Uçak yolculuklarımın birinde en sevdiğim ve yarısından fazlası dolu parfümümü kaptırdığım için seyahatlerde ve ofiste başka çözüm yolu caaaaanııım kolonya üreticilerinin iş geliştirme birimlerinin katkısıyla çeşitlenen değişik kokulu kolonyalar oldu. Söylemiştim ya limon kolonyası sevmem.
Ama ipin ucu kaçtı tabi...

Bunlar ofisteki kolonyalarım, bu arada evdekilerde var, tabi ki bir de arkadaşlara getirilenler.
Selinin cam şişedeki kolonyalarından Pembe Greyfurt&Nar en güzel kokanlar ve vazgeçilemeyenler sıralamasında en üstü kaptı sanırım. Değişik bloglarda da bu kolonyanın ne kadar sevildiğini görüyorum. Yine Selin markasının Bergamot&Yasemin kokulusuda sevilenlerden ama iki koku bir araya gelince  Pembe Greyfurt&Nar açık ara öne geçiyor. Bu kolonyaları Migros'tan almıştım. Şişelerinin sadeliği bence hoş. Kapaklarındaki ahşap görünümde sıcaklık katıyor.

Yine Selin markasının Mutfak Ferahlığı kolonyasının küçük boyunu görüyorsunuz. Gratis'lerde satılan bu ufaklık gerçekten elde kalan kokuları çıkartmada başarılı.

Rebul Jasmine 70ml lik ambalajı ile çantaya atmalık. Kokusu da başarılı. Misler gibi yasemin çiçeği kokuyor. Bu kolonyayı da Gratis'te bulabilirsiniz.

Ve sahnenin yıldızı Eyüp Sabri Tuncer Baby Blue Bebek kolonyası... Bu kolonya ile tanışmam Ankara Esenboğa Havalimanı Gidiş katındaki satış noktasında oldu. Ancak ne yazık ki başka bir yerde satılmıyor. Parfümünüz nedir sorusunu sorduran bir kolonya. Miniminnacık olanı var onu deneyerek başladım fiyatı 2.00TL idi. Çok sevince 150ml'lik şişesini aldım. 150ml'si 5.00TL. Fiyat-Performans karşılaştırmasında başarısı beş yıldızlı. Bu kolonyadan ofisteki tüm kızlara getirdim. Henüz kokusunu beğenmeyen olmadı. Yolunuz düşerse mutlaka deneyin.

Değişik önerilere açığım. Sizin favorileriniz hangisi????





28 Eylül 2015 Pazartesi

BABAMIN KIZI OLMAK...





Hepimiz hayatın koşturmacasını 100m Dünya Rekoruna talip atletler olarak sürdürüyoruz. Özellikle biz şehirli kadınlar. Modern çağın gereklilikleri üzerine kurgulanmış ayaklarının üzerinde durma sağlamlığı ile karışık materyalist düzenin direttiği para kazanma zorunluluğu sarmalında klasik aile kurma, çocuk sahibi olma ve ailesine sahip çıkma, şimdinin polemiği ile iyi börek açan, aile birlikteliğini sürdürmeyi hedefleyen, çalışma hayatında varlığını ispat etmiş ama her değişiklikte yeniden ispatlaması beklenen, hayatı her tarafından kovalamak zorunda bırakılarak yükü arttırılmış kadınlar.

Bu noktaya nasıl geldiğimiz ve tüm bu yarım yaşanmışlıklar da ki başarı oranlarımız ayrı ve upuzun bir yazı olur, onu sonraya bırakalım J ve 100 m Dünya Rekoru koşusunda göremediğimiz o hızla silüet halinde yanımızdan geçip gittiğini sandığımız ama aslında bizim yanından geçip gittiklerimiz konusuna gelelim.

Pazar günü arkadaşlarımla keyifli bir gün geçirirken gelen telefon hayatımın en önemli insanının, babamın kalp krizi haberi idi. Kendimi bile şaşırtan sakinliğimle 4 saat sonra Antalya’daydım.  Bu dört saat ve sonrasında hastane bahçesinde geçirdiğim 48 saat, babamın yaptıkları yapamadıkları, nasıl bir baba olduğu, kız çocuğu olarak bana kattıkları, benim kızımın babası ile olan ilişkileri, annem ile babamın ilişkileri üzerine birkaç ciltlik deneme yazacak kadar düşünmeme neden oldu.
Akşam yemeğini nerede yesek planının bile anlamsızlığının kafama balyozla bir kere daha indiği bu anlar, uzun süredir (sanıyorum 40 yaş sendromu)  sorguladığım “hayat” kavramının bizleri kandırarak gelip oturduğu tahttan bir kez daha tahmin ettiğiniz küfürlerle kovulmasına sebep oldu.
Tutkuları,
hayattan  (ç)almaya çalıştığımız anları,
içimizi titreten hisleri,
çocuğumuzun yumuşacık tenini,
ona sarılmanın coşkusunu,
dünya üzerinde yaşayan bir çocuğun kahkahasını ya da minicik tebessümünde görünen dudağının kenarındaki gamzesini,
aşkı,
okuduğumuz kitapları,
dinlediğimiz şarkıları,
içtiğimiz suyu,
duş aldığımız banyomuzu,
mis kokulu duş jellerimizi,
yatağımızı,
yumuşacık pijamalarımızı,
gerçekten olmak istediğimiz bizi
ve
“keşke”lere yer bırakmayacak herşeyi yanımıza yöremize yumuşacık yastıklar yaparak “hayat” denen çirkin mahluk yerine tahta bir güzel kurulmanın önemi bir kez daha yüzüme tokat gibi indi. Kendi hayatımızın kral ve kraliçeleri olmak tek ödülüydü hayatın.

Babam kalp krizine, okuma aşkı ile arasına girerek bu ilişkinin tutkulu aşktan seviyeli beraberlik mertebesine çekilmesine sebep olan göz problemlerinden sonra, yıllardır yüzme ile yaşadığı tutkulu aşkının şiddetini azaltacağını düşündüğü için kızdı. Yoğun bakımda doktorlardan istediği kitabı okuyup yorumlarını kitabın sahibine ileterek tutkularının onu sarmalayan yumuşacık yastıkları olduğunu gösterdi.

Yani ben ölmedim dedi.

Beni görünce ilk sözü kızıma yazdığı son şiirin gömleğinin cebinde olduğuydu.

Yani ben ölmedim dedi.

Acildeki doktorun yüzüne bakar bakmaz kalp krizi geçiriyor olduğunu anlamasına şaşırıyordu ve takdir ediyordu hala.

Yaşıyordu yani. Sadece soğuk makinalardan gelen ritmik Dıt…. Dıt…. Dıt…. Dıt…. şeklinde iniş çıkışlı çizgilerle basitleştirilmiş kalp atışıyla değil, ruhunun ritmleri ile yaşıyordu.

Kızı olarak bana öğrettiği en önemli şey buydu zaten, okuduğun şiirden içine bir şeyler akması gerektiğini babamdan öğendim, denizin güzelliğini, gökyüzünün güzelliğini, karıncanın üzerinden atlamanın gereğini, taş toplamayı sahilden, deniz kabukları ile mutlu olmayı, sergilerdeki resimlere bakıp hayaller kurmayı, her fikirden insanı dinlemeyi, her canlının değeri olduğunu….

Atıp tutmayacağım şimdi sadeleşsin hayat, doğaya dönüş vs.vs. bunlarla ilgili yazan da bunları yaşamayı başaranlarda var. Ben onlardan değilim (çok isterdim);

Ben çocuğumu özel okulda okutuyorum, temiz tuvalete girebilsin diye ama öldürülen, çocuk yaşta evlendirilen, defteri kalemi, yiyecek ekmeği olmayan çocuklar olduğunu biliyorum.

Ben klima çalışmayınca sıcaktan, elektrik gidince jeneratörün devreye geç girmesinden rahatsız oluyorum, ama o sıcakta şantiyelerde, tarlalarda, toprağın bile 50 faktör güneş kremine ihtiyacı olduğu havalarda çalışanları biliyorum, hatta aynı ortamda ayın bazı günleri  hiç şikayet etmeden çalışıyorum, çünkü o insanların bir bardak suyu içerken yüzlerindeki hissin babamın bana öğretmeye çalıştıkları olduğunu görüyorum.

Ben sıcacık sularla mis kokulu sabunlarla her sabah duş alıyorum arabama binip işe gelmeden önce ama evinde musluktan akan suyu olmayan yaktığı ateşte ısıttığı su ile banyo yapmaya çalışan insanlar olduğunu biliyorum.

Babam yoğun bakımda yatar ve ben onu beklerken hastane bahçesinde yaşayan, kartonların üstünde yatanları, bu şartlarda komşu olup sohbet eden, bankları yatak, bahçenin o bölümünü ev yapan kadınları, neden orada olduğunu bilmeden koşup oynayan çocukları gördüm. Kilometrelerce ötelerdeki güzel manzaralı adalarda “imkansızlıklar” içinde yaşayanların kavga, tartışma, aşk, entrika duygularıyla süslü senaryoları ile oyalanan halkımızı hastane bahçelerinde yakınlarını bekleyenlerin canlı gösterimine davet etmek isteyerek, bundan sonra “Survıvor izleyenin kalbini kırarım” hissi ile iki gün geçirdim.  Börek yapamayan kadının yuvasının dağıldığını düşünen “aile” bakanının, kocasını, çocuğunu, abisini, anasını, babasını yoğun bakımda beklerken ki bu insanların hallerine ne yorumda bulunacağını düşündüm. Ve bir kez daha utandım memleketim adına… kendi adıma…

Kendi hayatımın kraliçesi olurum ama tahtlarda oturamam, ısrarcıyım 100m hayat koşusunda Dünya Rekorunu kıracağım diyenlerdenseniz yarış bittiğinde sizi karşılayacak olan duvara çarpmanın şiddetini azaltacak şeylerin de, keyiflerle doldurulmuş pofuduk pofuduk  yastıklar olduğunu ben gördüm.

Bir anne olarak kızıma tüm bunları görebilmeyi,

Güzel giyinmenin, makyaj yapmanın, parfümler sürmenin amaç olmadığını, mis gibi beyaz sabun kokmakla bilmem ne marka parfüm sürmenin farkı olmadığını bunun sadece imkanlar ve isteklerle şekillenen bir tercih olduğunu,

Aşkı, sevgiyi, sevişmeyi, şiir, kitap okumayı, müzik dinlemeyi sadece kendisi için yapmayı,
Reddederek değil hazmederek tat almayı,

Toplumsal doğrularla değil kendi doğrularıyla yaşamayı,

Toplumsal ivmelerle savrulmadan kişisel tercihlerle keyif yastıklarını doldurmayı,

Yani “kendisi” olmayı öğretebilirsem ne mutlu bana.

İşte o zaman babamın kızı olurum.


9 Eylül 2015 Çarşamba

YENİ CİCİLER


Yıllarca hiç makyaj yapmadım ama sonra bir açıldım pir açıldım. Yüzüme gözüme pırıltılar, ışıltılar, farlar, rujlar. Şimdi bir de kızım var ki…. Oooo rujları, ojeleri birlikte keşfediyoruz.
Aslında okul pantolonu alışverişine gitmiştik, kuzunun pantolonlarını aldık. Tabi renkli cicilere bakmadan geçemedik. Ustaca makyaj yapamam ama yeni şeyler denemeyi severim.

Flormar ojelerin renkleri arasında kaybolmuşken indirimli ürünleri incelemezsem olmazdı değil mi ama… Satış danışmanının da başarısını göz ardı edemem.

Far olarak da kullanılabilen renkli eye linerlara bayıldım. Renkli eyeliner alışkanlığım olmadığından daha önce hiç incelememiştim. Ama far olarak kullanılabilmesi fikriyle bu cicilerle eve döndüm. 
Normal satış fiyatı 25.00TL olan bu ürün indirimde 5.00TL'ye inmişti. Elbette ki kararda bu rakamın da etkisi oldu. İncecik uçlu fırçası ie sürümü çok rahat.

Aynı fırça ile dağıtarak sürdüğünüzde far gibi duruyor, sanırım sıkça kullanabilirim.
Bugün en açık renk olan PASS THE PEACE ile göz kapağımın tamamını kapladım, PSILSYBIN BLUE ile eyeliner çektim. oldukça başarılı oldu. Siz de deneyin...

Renkler harika değil mi…




3 Eylül 2015 Perşembe

BİR ÇOCUK SEVİNDİRMEKTEN DAHA GÜZEL NE OLABİLİR Kİ...




öyle bir ağlasam
öyle bir ağlasam çocuklar
size hiç gözyaşı kalmasa.

öyle bir aç kalsam
öyle bir aç kalsam çocuklar
size hiç açlık kalmasa.

öyle bir ölsem
öyle bir ölsem çocuklar
size hiç ölüm kalmasa.

Aziz Nesin