Hepimiz hayatın koşturmacasını 100m Dünya Rekoruna talip atletler
olarak sürdürüyoruz. Özellikle biz şehirli kadınlar. Modern çağın
gereklilikleri üzerine kurgulanmış ayaklarının üzerinde durma sağlamlığı ile
karışık materyalist düzenin direttiği para kazanma zorunluluğu sarmalında
klasik aile kurma, çocuk sahibi olma ve ailesine sahip çıkma, şimdinin polemiği
ile iyi börek açan, aile birlikteliğini sürdürmeyi hedefleyen, çalışma
hayatında varlığını ispat etmiş ama her değişiklikte yeniden ispatlaması
beklenen, hayatı her tarafından kovalamak zorunda bırakılarak yükü arttırılmış
kadınlar.
Bu noktaya nasıl geldiğimiz ve tüm bu yarım yaşanmışlıklar da ki başarı
oranlarımız ayrı ve upuzun bir yazı olur, onu sonraya bırakalım J ve 100 m Dünya Rekoru koşusunda göremediğimiz o hızla silüet halinde
yanımızdan geçip gittiğini sandığımız ama aslında bizim yanından geçip
gittiklerimiz konusuna gelelim.
Akşam yemeğini nerede
yesek planının bile anlamsızlığının kafama balyozla bir kere daha indiği bu anlar,
uzun süredir (sanıyorum 40 yaş sendromu) sorguladığım “hayat” kavramının bizleri
kandırarak gelip oturduğu tahttan bir kez daha tahmin ettiğiniz küfürlerle
kovulmasına sebep oldu.
Tutkuları,
hayattan (ç)almaya çalıştığımız anları,
içimizi titreten hisleri,
çocuğumuzun yumuşacık tenini,
ona sarılmanın coşkusunu,
dünya üzerinde yaşayan bir çocuğun kahkahasını ya da minicik
tebessümünde görünen dudağının kenarındaki gamzesini,
aşkı,
okuduğumuz kitapları,
dinlediğimiz şarkıları,
içtiğimiz suyu,
duş aldığımız banyomuzu,
mis kokulu duş jellerimizi,
yatağımızı,
yumuşacık pijamalarımızı,
gerçekten olmak istediğimiz bizi
ve
“keşke”lere yer bırakmayacak herşeyi yanımıza yöremize yumuşacık
yastıklar yaparak “hayat” denen çirkin mahluk yerine tahta bir güzel kurulmanın
önemi bir kez daha yüzüme tokat gibi indi. Kendi hayatımızın kral ve
kraliçeleri olmak tek ödülüydü hayatın.
Babam kalp krizine, okuma aşkı ile arasına girerek bu ilişkinin tutkulu
aşktan seviyeli beraberlik mertebesine çekilmesine sebep olan göz
problemlerinden sonra, yıllardır yüzme ile yaşadığı tutkulu aşkının şiddetini
azaltacağını düşündüğü için kızdı. Yoğun bakımda doktorlardan istediği kitabı
okuyup yorumlarını kitabın sahibine ileterek tutkularının onu sarmalayan
yumuşacık yastıkları olduğunu gösterdi.
Yani ben ölmedim dedi.
Beni görünce ilk sözü
kızıma yazdığı son şiirin gömleğinin cebinde olduğuydu.
Yani ben ölmedim dedi.
Acildeki doktorun
yüzüne bakar bakmaz kalp krizi geçiriyor olduğunu anlamasına şaşırıyordu ve
takdir ediyordu hala.
Yaşıyordu yani. Sadece soğuk makinalardan gelen ritmik Dıt…. Dıt….
Dıt…. Dıt…. şeklinde iniş çıkışlı çizgilerle basitleştirilmiş kalp atışıyla
değil, ruhunun ritmleri ile yaşıyordu.
Kızı olarak bana öğrettiği en önemli şey buydu zaten, okuduğun şiirden
içine bir şeyler akması gerektiğini babamdan öğendim, denizin güzelliğini,
gökyüzünün güzelliğini, karıncanın üzerinden atlamanın gereğini, taş toplamayı
sahilden, deniz kabukları ile mutlu olmayı, sergilerdeki resimlere bakıp
hayaller kurmayı, her fikirden insanı dinlemeyi, her canlının değeri olduğunu….
Atıp tutmayacağım şimdi sadeleşsin hayat, doğaya dönüş vs.vs. bunlarla
ilgili yazan da bunları yaşamayı başaranlarda var. Ben onlardan değilim (çok
isterdim);
Ben çocuğumu özel okulda okutuyorum, temiz tuvalete girebilsin diye ama
öldürülen, çocuk yaşta evlendirilen, defteri kalemi, yiyecek ekmeği olmayan
çocuklar olduğunu biliyorum.
Ben klima çalışmayınca sıcaktan, elektrik gidince jeneratörün devreye
geç girmesinden rahatsız oluyorum, ama o sıcakta şantiyelerde, tarlalarda,
toprağın bile 50 faktör güneş kremine ihtiyacı olduğu havalarda çalışanları
biliyorum, hatta aynı ortamda ayın bazı günleri
hiç şikayet etmeden çalışıyorum, çünkü o insanların bir bardak suyu
içerken yüzlerindeki hissin babamın bana öğretmeye çalıştıkları olduğunu
görüyorum.
Ben sıcacık sularla mis kokulu sabunlarla her sabah duş alıyorum
arabama binip işe gelmeden önce ama evinde musluktan akan suyu olmayan yaktığı
ateşte ısıttığı su ile banyo yapmaya çalışan insanlar olduğunu biliyorum.
Babam yoğun bakımda yatar ve ben onu beklerken hastane bahçesinde
yaşayan, kartonların üstünde yatanları, bu şartlarda komşu olup sohbet eden,
bankları yatak, bahçenin o bölümünü ev yapan kadınları, neden orada olduğunu
bilmeden koşup oynayan çocukları gördüm. Kilometrelerce ötelerdeki güzel
manzaralı adalarda “imkansızlıklar” içinde yaşayanların kavga, tartışma, aşk,
entrika duygularıyla süslü senaryoları ile oyalanan halkımızı hastane
bahçelerinde yakınlarını bekleyenlerin canlı gösterimine davet etmek isteyerek,
bundan sonra “Survıvor izleyenin kalbini kırarım” hissi ile iki gün
geçirdim. Börek yapamayan kadının
yuvasının dağıldığını düşünen “aile” bakanının, kocasını, çocuğunu, abisini,
anasını, babasını yoğun bakımda beklerken ki bu insanların hallerine ne yorumda
bulunacağını düşündüm. Ve bir kez daha utandım memleketim adına… kendi adıma…
Kendi hayatımın kraliçesi olurum ama tahtlarda oturamam, ısrarcıyım
100m hayat koşusunda Dünya Rekorunu kıracağım diyenlerdenseniz yarış bittiğinde
sizi karşılayacak olan duvara çarpmanın şiddetini azaltacak şeylerin de, keyiflerle
doldurulmuş pofuduk pofuduk yastıklar
olduğunu ben gördüm.
Bir anne olarak kızıma
tüm bunları görebilmeyi,
Güzel giyinmenin,
makyaj yapmanın, parfümler sürmenin amaç olmadığını, mis gibi beyaz sabun
kokmakla bilmem ne marka parfüm sürmenin farkı olmadığını bunun sadece imkanlar
ve isteklerle şekillenen bir tercih olduğunu,
Aşkı, sevgiyi,
sevişmeyi, şiir, kitap okumayı, müzik dinlemeyi sadece kendisi için yapmayı,
Reddederek değil
hazmederek tat almayı,
Toplumsal doğrularla
değil kendi doğrularıyla yaşamayı,
Toplumsal ivmelerle
savrulmadan kişisel tercihlerle keyif yastıklarını doldurmayı,
Yani “kendisi” olmayı öğretebilirsem ne
mutlu bana.
İşte o zaman babamın kızı olurum.